29 Temmuz 2009 Çarşamba

Tatil

Sakin bir hayatım vardır. Bazı insanlar olur ya ne zaman takılsanız o insana, mutlaka başkasına anlatılacak bir şey yaşarsınız.Çünkü o insanlar farklıdır. Yada farklılıklarını dışa vuranlardır. Arkadaşlar arasında sevilirler,fakat dışarıdan bakanlar tarafından pek hoş karşılanmazlar. İşte ben o insanlardan değilim. Başkasının benim hakkında düşüncesi umrumda değildir fakat aykırı bir yapım yoktur. Her ne kadar ses çıkarmak istesemde zamanın gelmediğini biliyorum. Herşeyi içime atan bir yaradılışa sahibim. Şununda farkındayım ki kişinin sağlam bir durumu olmadıkça isyan etmesi hayatına büyük bir eksi katıyor. Belki rahatlıyordur, fakat yeni sıkıntılar açtığının farkında değildir.

İşte yolculuğum bunları Ankara otobüsünde düşünürken başladı...Babamın tabiri ile eşşek kadar adam olan ben ilk defa yanlız yolculuğa çıkmıştım. İnternetten ayarladığım bir iki Afs'li ile terminalde buluşup Afs kamp otobüsleri kalkış yerine gitmiştik. Bu kısmı anlattığım için atlıyor ve kamp sonrasına geliyorum. Ailemde kampın son günü Ankara'ya gelmişti. Atladım arabaya hedef Karadeniz!

Gerek krizler, gerek kuraklık ekonomik bakımdan bizi sıktığından, hatırladığım son aile tatili 6 yaşındayken Uludağ'a gidişimizdi. Durumumuz daha iyi değil fakat üstüste binen yükler ve stresler bizi buna zorladı. İyide oldu.



İlk durağımız Kastamonu idi. Kastamonu girişinde rastladığımız yeşillik etkilemişti zaten bizi. Fakat girişte karşılaştığımız yağmura ben Gaziantep'te kışın bile rastlamadım. Kastamonu küçük şirin bir şehir. Şehri bir dere ikiye bölüyor. Bu da hoş bir manzara yaratıyor. Tarihi bir yapısıda mevcut Kastamonu'nun.Sanırım beni en çok etkileyen kısmıda oydu. Resimdeki saat kulesinin hikayeside ilginç. Kulenin içinde bir çan var saat başı çalıyor ve şehirdende duyuluyor. Zamanın birindeki Osmanlı vezirinin evi kilise yanıymış. Kilise çanı çaldıkça vezir dellenirmiş. En sonunda dayanamamış çanı Kastamonu'ya sürgüne göndermiş. Buradada halkın hoşuna gitmiş. Şehri gösteren bir tepeye koymuşlar.

Kastamonu'dan ayrıldıktan sonra Ordu'ya doğru yola çıktık. Yol üstünde Samsun'a uğradıkta pek ısınamadık şehre. Yemek yiyip Ordu'ya vardık. Ordu güzel bir sahil şehri. Gelmemizden 2-3 gün önce sel basmış Ordu'yu şanslıymışız dedik. Kaldığımız yer ise Giresunda olmasına rağmen Ordu merkeze daha yakındı. Günümüzün birini Trabzon'a ayırdık. Önce çileli bir yol geçtik. Sonra vardık yemyeşil ormanların derinliklerine. Arabamızı park ettik. Tırmandık Sümela Manastırına. Şimdiye kadar gördüğün en iyi yer neresi deseler bana Ihlara Vadisi derdim. Fakat Sümela'yı gördükten sonra kararım değişti. İnsanı bu kadar şaşırtacak yapı çok azdır Dünyada. Yahu sen o dağların arasında yüksek bir oyuğa nasıl manastır yapabildin? Aklım almıyor. Oradan çıktık, daha çileli bir yolla Uzungöl'e vardık. Sanki buralar Dünya'dan ayrılmış yerler. Öylesine güzel manzaralar ki başka dünyadasın sen deseler inanırdım. Trabzon'a kadar gelmişiz. Baktık Rize'de yakın hadi Rize'yede bakalım dedik. Hava kararması sebebi ile pek gezemedik. Fakat ünlü kuru fasulyelerini yedik.

Bir gün sonra daha daha çileli bir yolla yaylaya çıktık. Hayal kurarız ya çok param olunca şunu yapacağım falan diye, o hayallerime yaylada ev almak maddesini ekledim. Tamda zamanına gelmişiz yayla festivali vardı. Bir sürü kamp kuran gençlerde vardı. Aslında planlıyorum. Çadırım var. Bir araba birde kafa arkadaşlar bulabilirsem gitmek neden olmasın?

Bir sonraki gün Giresun'u gezdik. Fakat Giresun öylesine tıkış tıkıştı ki. Dağ yüzünden genişleyemiyor ve nüfus artmaktaymış.

Neyse baktık gezecek şehir kalmadı. Düştük Gazi şehrimize. Yolda birde Tokat kebabı yedikte. Ne Tokatı şehir olarak nede kebabı olarak beğenmedik Allah düşürmesin diye yola devam ettik. Gece yarısı vardı evimize. Yattık uyuduk. Sabah kalktık ne görelim. Televizyonda Son dakika haberi, Giresun'da Sel felaketi...

21 Temmuz 2009 Salı

Afs


Tüm bir sene boyunca kendimi yazmamaya zorladığım konuyu işte şimdi yazıyorum. Neden yazmamaya çalıştım;çünkü gideceğim garanti değildi.Fakat şimdi %80 garanti gibi. Öncelikle Afs nedir, onu açıklayayım: Afs=American Field Service. 1.Dünya Savaşında Amerikan bir grup gönüllü ambulans şoförü olarak Avrupa'ya gidiyorlar..vs..vs sonra işler gelişiyor, büyüyor yaklaşık 50 ülke çapında bir öğrenci değişim programına dönüyor.Açıklayabildim mi?

Ben ise bu programla okuldan bir arkadaş sayesinde lise 2'de tanıştım. Bu arkadaş programı anlattı. Tamam dedim, lise sonda bende gireceğim.Bu arkadaş lise 2'de kazanamadı, fakat bu sene beraber kazandık.Bu sene planları kurmuştum, katılacağım Afs'ye, Öss ile beraber kazanıp üniversite mi 1 sene dondurup gidecektim yurtdışına. Tabi çok riskli bir plandı. Neyse okuldan sınava kaydımı yaptırdım. Adana'ya yazılı sınavına girdim. Geçtim. Yaklaşık 1 ay sonra mülakata aldılar beni, onuda zorluda olsa geçtim. Yazılı ve sözlü sınavda aslında anlatılacak çok şey var, fakat olur ya sizde katılırsınız içeriklerini bilmemeniz daha iyi.

Mülakatıda geçince heyecan sardı,çünkü sırada ülke seçimi ve kendimi tanıtma kısmı vardı. Formlar geldi yaklaşık 40 ülkeden bana sadece 7-8 ülke olabiliyordu. G.Amerika'yı istesemde, maddi kısmı buna kota koydu. Bu sefer Avrupa ülkelerini yazdım tercihlerime. Sonra bir fotoğraf albümü ve kendimi tanıtan bir yazı hazırladım. Oldukça zorlu bir süreçti bunlarıda yapıp kendimi Öss'ye adadım. Gidip gitmemem Öss'den alacağım sonuca bağlıydı. Bunun yanında bazı maddi durumlarda söz konusuydu.

Zaman geçiyor Öss yaklaşıyordu. Öss demek Afs demekti, geleceğim, hayatım demekti. Öss'ye girdim fakat sonucumu kestiremiyordum. Buda işi iyice belirsizliğe sürükledi. Sonunda Afs'den bir kamp haberi geldi. Hazırladım bavulu gittim Afs kampınada, şöyle bir trajikliği vardı, kampın son günü Öss sonuçları açıklanıyordu. Kamp kısımlarınıda maalesef anlatamayacağım. Onun dışında kampın son günü açıklanan öss sonuçları umduğumdan biraz yüksek gelince herşey berraklaştı. İstediğim puanı elde etmiştim.İşte o zaman Afs'li hissettim kendimi.Ben kendi vazifemi yerine getirmiştim sırada ailemin bana verdiği sözler vardı...

1 sene yurtdışında yaşamak... Benden neler götürecek,bana neler kazandıracak? Daha sağlam bir şekilde mi yoksa daha zayıf bir şekilde döneceğim? Buradaki arkadaşlarımla ilişkim nasıl değişecek? Peki ya ailemle ilişkim?Hayatımı kendi elimle berbatlaştıracakmıyım yoksa güzelleştirecekmiyim? Tek emin olduğum konu ise bu programa kendi isteğimle girdim ve pişman olmaya hakkım yok.

Bir darbe günü... 12 Eylül'de İstanbul-Frankfurt uçağında neler düşünüyor olacağım? Merakla bekliyorum.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Ehliyet



Arabalara pek ilgi duymam. Anlamam pek modellerini,özelliklerini... Gaza basınca giderse, frene basınca durursa, gözede estetik geliyorsa bu araba bana yeter. 0-100 km'ye kaç saniyede çıktığından, motorunun bilmemne özelliğinden dolayı kaynaklanan sesleri falan beni ilgilendirmez.

Hatırladığım en eski arabamız annemin 89 model Doğan'ıdır. Gene helal olsun 16 sene sorunsuz kahrımızı çekti şimdi 20 yaşında hala görürüm şehirde takır takır çalışıyor. Fakat Doğan'ın pek bir fonksiyonu olmadığından babamın Tempra'sı heralde benim çocukluğumun efsane arabasıdır. Özellikle hiç unutmam, ön koltuktaki cam ben açıl deyince açılır, kapan deyince kapanırdı. Nasıl mı olurdu? Babam sürücü koltuğundan açıp kaparmış, tabi ben bu gerçeği seneler sonra öğrendim. Hatta beynimden vurulmuşa döndüm. Bu bana nasıl yapılırdı?

Araba kullanmaya ilkokulda, babamın kucağına oturarak sadece direksiyonu idare ederek başladım. Ortaokulda ise sürücü koltuğuna tek başıma geçmeye başladım fakat az arabanın motorunu harab etmedim. Düz vites olunca araba debriyaj giriyor işin içine, işte o zaman arabayı kaldıramaz, araba bir sarsıldıktan sonra dururdu. O zamanlar babamdan az küfür yemedim. Bu seneye kadar sadece köyde sürebildim arabayı. Şehirde kendime güvenemiyordum. Hatta büyüyünce araba almam heralde dolmuş,taksi işlerimi hallederim diyordum.Ailem beni zorlaya zorlaya şehirde araba korkumu yendirdiler. Fakat bir tezatlıkta olmuyor değildi. Arkadaşlar aileleri izin vermediğinde kaçırırlardı arabaları, bende ise anahtarları uzatırlardı ben direnirdim süremem diye. Gel zaman git zaman şehirdede trafik korkumu yendim. Artık sürebiliyorum. Fakat trafikte asla kendime güvenmiyorum.Kendine güvenenleri trafikte gördükten sonra böylede olmalı bence.

Direksiyon hakimiyetim iyi, kendime güvenim yeteri kadar var, 18 yaşınıda doldurmuşum o zaman ehliyet sınavına girmemek olmaz. Tabi Öss'den sonra ehliyet sınavına çalışmak işkenceymiş. Ben çalışmadığımdan bilmiyorum. Sürücü kursundan CD'ler vermişlerdi onları seyrettim o kadar. Sınava girdim, girdimde önümdeki adama bir çift sözüm var:
-Yahu bey amca saçların ağarmış 50-60 yaşında adamsın. Ayıp olmuyor mu arkana dönüp kopya çekmek?

Sınav 2 buçuk saat sürüyor 120 sorudan oluşuyor. İlk 45 dakika kimse çıkamıyor. Girdim soruları çözdüm bitirdim saate baktım. O da ne! 20 dakika geçmiş sınavın başlamasından.Yalnız 20 dakikada bitirdimde 25 dakika optik kağıdı doldurdum. 4 şık olunca insan şaşırıyor. 5 şık'a alıştık biz. Eğer salladıklarım tutarsa geçerim büyük ihtimal. Sonrasında direksiyon sınavı var. Onuda geçersem ehliyetimi almış olacağım.

Böylece potansiyel trafik canavarlarına bir yenisi eklenmiş olacak.